Arnavutluk’un yarım yüzyıla yakın geçmişi, otoriterliğin yalnızca baskıyla değil, yalıtılmışlıkla da kurulduğunun öğretici bir örneğidir.
Enver Hoca ve İzole Arnavutluk
Dünyada çok az rejim, otoriterliğin “damıtılmış” biçimini Enver Hoca’nın Arnavutluğu kadar temsil edebilir. Ne Sovyetler gibi bir ideolojik dünya imparatorluğu hayali kurdu, ne Çin gibi ekonomik bir güç haline gelmeye çalıştı. Hoca’nın Arnavutluğu, kendine yeterli, içine kapalı, halkını dış etkilere karşı sürekli uyararak yöneten, “saf ve bozulmamış” bir devrim ütopyasını yaşayan ama aslında toplumu kronik korku ve yoksullukla yöneten bir sistemdi.
Bu yazıda, Hoca’nın iktidarını nasıl kurduğunu, ideolojiyi nasıl araçsallaştırdığını ve Arnavutluk’u nasıl dünyanın en izole ülkelerinden biri haline getirdiğini ele alırken; aynı zamanda Juan Linz ve Hannah Arendt gibi düşünürlerin otoriterlik ve totaliterlik üzerine geliştirdiği kavramlarla bu rejimi değerlendirmeye çalışacağım.
Otoriterlikten Totaliterliğe
Siyaset bilimci Juan Linz, otoriter rejimleri birkaç temel özelliğe göre tanımlar: sınırlı çoğulculuk, ideolojik yönlendiricilik, zayıf siyasi mobilizasyon ve genellikle bir lider etrafında toplanan kişisel iktidar.
Ancak Enver Hoca’nın rejimi, bu tanımı aşarak Hannah Arendt’in “totaliter rejim” kavramsallaştırmasına daha çok yaklaşır. Arendt’e göre totaliterlik, yalnızca siyasal baskı değil, bireyin düşüncesini, duygusunu, hatta yalnızlığını bile biçimlendirme iddiasındaki sistemdir.
Arnavutluk, Enver Hoca döneminde bir total toplumsal kontrol alanına dönüştü. Sadece siyasi partiler değil, din, aile, kültür ve bireysel hafıza da devletin kontrolü altına alındı.
Enver Hoca Kimdir?
1912 doğumlu Enver Hoca, II. Dünya Savaşı yıllarında Arnavutluk Komünist Partisi’nin lideri olarak sivrildi. 1944’te Nazi işgaline karşı yürütülen mücadeleyle iktidara geldi ve 1985’teki ölümüne kadar ülkeyi mutlak bir şekilde yönetti.
İlk yıllarda Sovyetler Birliği’ne, daha sonra Mao’nun Çin’ine yakınlaştı; ancak her iki ilişkisi de zamanla ideolojik saflık adına bozuldu. Sonuç: Arnavutluk’un tüm dünyadan izole edilmesi ve “bağımsız sosyalist kale” haline getirilmesiydi.
Dünyanın İlk Ateist Ülkesi
1967’de Enver Hoca radikal bir karar aldı: Din kamusal alandan tamamen silinecek, ibadet yasaklanacaktı. Cami ve kiliseler ya kapatıldı ya da spor salonuna çevrildi. Kur’an ve İncil bulundurmak suç sayıldı. Ülke, resmi olarak “dünyanın ilk ateist devleti” ilan edildi.
Bu, yalnızca dinî değil, aynı zamanda kültürel hafızaya ve bireysel anlam üretimine de bir müdahale demekti. Arendt’in deyimiyle: “Totaliterlik, bireyin yalnızca ne düşündüğüne değil, ne düşünebileceğine de müdahale eder.”
İzolasyon: Dış Dünya, İç Tehlike
Hoca rejimi, dış dünya ile temasın ideolojik bozulmaya neden olacağına inandığı için ülkeyi neredeyse tamamen kapattı. Turizm yasaktı. Yabancılar sıkı denetim altındaydı. Komşu Yugoslavya ile bile sınır geçişleri imkânsızdı. Sıradan bir Arnavut’un yabancı bir radyo dinlemesi bile casusluk şüphesi doğurabiliyordu.
Bu paranoya, ülke genelinde 170.000 adet beton sığınak inşa ettirecek kadar büyüdü. Enver Hoca’nın olası bir emperyalist saldırıya karşı ülkeyi “kale gibi” hazırlama hayali, halkın zaten kıt olan kaynaklarının büyük bölümünün militarize altyapıya harcanmasına neden oldu.
Juan Linz’in otoriter rejimler tipolojisinde vurguladığı bir başka nokta da budur: sivil topluma kapalı, muhalefete tahammülsüz, medya ve üniversiteleri denetim altına almış bir yönetim biçimi, otoriterliğin en kurumsallaşmış halidir.
Parti = Devlet = Lider
Hoca rejiminde Parti her şeydi. Okullar, aile yapısı, sanat üretimi, gündelik dil; hepsi partinin ideolojik süzgecinden geçerek şekillendirildi. Muhalefet fikri, yalnızca politik olarak değil, ahlaken de sapkın olarak damgalanıyordu.
Halkın büyük kısmı, birbirini ihbar etmeye teşvik edilen bir gözetleme ağına mahkûm edildi. Cezaevleri, sürgün kampları ve zorla çalıştırma sistemleri, “düşünen birey”i topluma zararlı bir unsur olarak kodlayan bu yapının araçlarıydı.
Enverizm
Hoca, Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler’in “revizyonist” olduğuna inanarak, Arnavutluk Komünizmini “bozulmamış bir çizgide” sürdürmeye çalıştı. Bu tavır, yalnızlaştırıcı olduğu kadar “ahlaki üstünlük” iddiası taşıyan bir ideolojik pozisyondu.
Bu yönüyle Enver Hoca’nın rejimi, Carl Schmitt’in “dost-düşman ayrımı” tanımını birebir yansıtır. Schmitt’e göre siyaset, düşmanı belirleyerek başlar. Hoca da hem dış dünyayı hem içerideki muhalifi “düşman” ilan ederek kendi meşruiyetini sürekli yeniden üretmiştir.
Enver Hoca rejimini diğer otoriter sistemlerle karşılaştırdığımızda iki temel özgüllük öne çıkar: mutlak ideolojik izolasyon ve radikal dış dünya reddi. Örneğin Nazi Almanyası, içeride total kontrol uygularken dışarıda yayılmacı bir emperyal vizyon taşıyordu. Stalin’in Sovyetler Birliği, komünist uluslararası dayanışmayı temel alan bir modeldi. Franco İspanyası ya da Pinochet Şili’si ise daha çok baskıcı bir düzen sağlama hedefindeydi. Hoca’nın Arnavutluğu ise bu rejimlerin hiçbirine tam olarak benzemez. Juan Linz’in otoriterlik tipolojisine göre Hoca rejimi, ideolojik tutarlılığı ve toplumun her hücresine sızan denetimiyle totaliterliğe en yakın otoriterlik biçimlerinden biridir. Üstelik bu yapı, dış destek ya da genişleyen bir imparatorluk hayaliyle değil, kendi içine kapanarak ve “ahlaki üstünlük” adına her şeyle bağını kopararak kuruldu. Hannah Arendt’in “mutlak yalnızlık” olarak tanımladığı totaliter tecrübe, Hoca döneminde yalnız bir bireyin değil, tüm bir toplumun yaşadığı haldir.
İzole Bir Hafızanın Bıraktığı Sessizlik
1985’te Enver Hoca öldüğünde Arnavutluk, dünyanın en yoksul, en kapalı ve en otoriter ülkelerinden biriydi. Ardında fiziki yıkım değil, bellek yıkımı bıraktı. İnsanların hafızasında, konuşulmayan travmalar, bastırılmış kuşkular ve birbirine güvensizlik hâkimdi.
Bugün Arnavutluk demokrasi yolunda ilerlemeye çalışsa da, Hoca rejiminin sosyal hafızada açtığı yaralar hâlâ derin.
Enver Hoca rejimi, baskıcı yapısıyla tanınsa da, okuryazarlık oranındaki büyük artış, feodalizmin tasfiyesi, kadınların eğitime katılımı ve suç oranının düşüklüğü gibi bazı olumlu çıktılar da üretmiştir. Ancak bu kazanımlar, ifade özgürlüğü ve temel insan haklarının yok sayıldığı bir düzende gerçekleştiği için, bir bütün olarak değerlendirildiğinde sistemin “kazanımlarından” çok, “maliyetleriyle” hatırlanması daha yerindedir.
İlker YILDIZ
