Skip links

Schengen Değil İtibar Krizi

İlker Yıldız’ın kaleminden vize sorununa farklı bir bakış.

Schengen Değil Saygınlık Krizi

Türkiye’de yurtdışına seyahat etmek, özellikle Avrupa Birliği ülkelerine gitmek isteyenler için artık yalnızca bir pasaport ve uçak bileti meselesi değil.
Vize başvurusu bile sadece vize başvurusu değil desem abartmış olmam, çok daha fazlası.
Schengen vizesi bugün, bir tür uygarlık testi; bireylerin değil, ülkelerin nerede durduğuna dair sembolik bir sınav haline gelmiş durumda.
Vize alamayanlar yalnızca reddedilmiş olmuyor, aynı zamanda medeniyet hiyerarşisinde bir alt basamağa itilmiş oluyor.

 

Bugün Türkiye’de birçok insan, Almanya’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Belçika’ya kadar pek çok ülkenin artık kendilerine randevu bile vermediğinden yakınıyor.
Bu durum bence teknik bir yoğunluktan değil, sistematik bir yeniden sınıflandırmadan kaynaklanıyor. Avrupa’nın gözünde Türkiye, “artık” güvenilir bir partner değil. Ve bu, yalnızca siyasi düzeyde değil, toplumlar arası ilişki düzeyinde de böyle.

Avrupa’nın Gözünde Türkiye: Değişen Statü

Bu yazının iddiası şu: Schengen başvuruları artık yalnızca bireysel talepleri değil, devletler arası ve toplumlar arası hiyerarşileri de yeniden üretiyor.
Türkiye bu yeni hiyerarşide, Batı’nın gözünde “gelişmiş toplum” statüsünden uzaklaşıyor. Avrupa’nın vize uygulamalarında giderek artan keyfilik, yalnızca güvenlik veya göç kaygısıyla açıklanamaz. Bu, aynı zamanda bir dışlama pratiği: “Sen bizden değilsin.”

Özellikle son yıllarda, eğitim, iş gezisi, kongre ya da sadece turistik amaçlarla Avrupa’ya gitmek isteyen binlerce kişinin başvurularının gerekçesiz şekilde reddedilmesi, Türkiye’nin AB nezdindeki yerinin değiştiğine işaret ediyor.
Oysa Türkiye, Avrupa Konseyi kurucu üyelerinden biri, NATO müttefiki ve hâlâ AB aday ülkesi konumunda. Ancak gelinen noktada, bu statüler sembolik olmaktan öteye geçemiyor.

Koltukta Kim Oturuyor, Kapıda Kim Bekliyor?

Bugün Türkiye’nin orta sınıfı için Schengen vizesi yalnızca bir yolculuk belgesi değil; aynı zamanda Batı ile kurduğu bireysel ilişkinin, modern yurttaşlık tahayyülünün bir parçasıydı.
Paris’e kısa bir tatil, Berlin’de bir sempozyum, Roma’da bir sanat gezisi… Bunlar yalnızca ayrıcalıklar değil, aynı zamanda birer aidiyet işaretiydi. Avrupa ile kurulan bu gündelik bağlar sayesinde kendini küresel bir yurttaş gibi hisseden binlerce insan, artık sınırda bekletiliyor.
Ve bu sınır yalnızca coğrafi değil; kültürel, politik ve hatta psikolojik bir sınır.

İronik olan ise şu: Aynı anda hem bir kesim tarafından “dünya lideri” olarak tanımlanan bir figürün yönettiği ülkenin vatandaşları, o “ayakta bekleyen” liderin ülkesine gidemiyorlar.
Geçtiğimiz hafta sosyal medyada paylaşılan bir kare bu çelişkinin vücut bulmuş haliydi. Fotoğrafta Cumhurbaşkanı Erdoğan koltuğunda otururken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ayakta duruyordu.
Bu görüntü “Erdoğan, dünya lideri; Macron onunla konuşmak için ayakta bekliyor” diye sunuldu.
Oysa aynı anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Fransa Konsolosluğu’ndan vize randevusu bile alamıyorlardı. Diğer yandan Fransızlar Türkiye’ye yalnızca kimlik kartlarıyla, vizesiz seyahat edebiliyor.
Ayakta duran mı ezik, oturan mı güçlü?

Vize Reddi: Kültürel Dışlamanın Belgesi

Burada ortaya çıkan öfke yalnızca Batı’ya değil, aynı zamanda içeriye, yani iktidarın söylemine yöneliyor.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için aşağılanma artık bir dış politika konusu değil, gündelik hayat pratiği.
Kendilerini Avrupa’nın bir parçası olarak gören, bu zeminde modern yurttaşlık iddiası taşıyan büyük bir kesim, iktidarın “biz güçlüyüz” anlatısıyla kendi hayat deneyimi arasındaki uçurumu her gün yeniden yaşıyor.
Bu uçurum öfkeye dönüşüyor.

Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’ye vize sürecinde yaşattığı zorluk, yalnızca teknik ya da güvenlik temelli bir uygulama değil; aynı zamanda sembolik bir dışlama biçimidir.
Randevu bile alamayan binlerce başvuru, dosya incelemeden verilen retler, yüksek oranlı red istatistikleri, aslında Türkiye’nin artık “gelişmiş dünya” kategorisinden çıkarıldığının sessizce ilanıdır.
Bu durumun AB nezdindeki anlamı açıktır: Türkiye, artık normatif olarak “onlardan biri” değildir.

Oysa Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllarda inşa edilen AB perspektifi, toplumsal olarak sadece siyasi reformlara değil, aynı zamanda kültürel bir aidiyete dayanıyordu.
Türkiye’nin batılılaşma süreciyle eklemlenen bu bağ, halkın büyük bir kesimi için Avrupa’nın bir parçası olmak anlamına geliyordu.
Bugün ise vize reddi, bu aidiyetin resmi inkârına dönüşüyor.
Ve bu inkâr, yalnızca Avrupa’dan değil, Ankara’dan da besleniyor.

Bir Vize Meselesinden Fazlası

Çünkü bir yandan “Avrupa değerleri” eleştirilirken, diğer yandan Türkiye vatandaşlarının Avrupa’ya olan talebi hem kültürel hem sembolik düzeyde devam ediyor.
Bu çelişki derin bir kırılma yaratıyor. Devlet, Avrupa’ya yaklaşımı konusunda ikircikli bir söylem izliyor:
Hem Batı karşıtı bir siyasi söylem geliştiriyor, hem de Batı’yla ekonomik ve diplomatik entegrasyonu sürdürmek zorunda kalıyor.
Ama yurttaşlar, ne bu gerilimli ilişkinin siyasi kazançlarını görebiliyor, ne de kendilerine bu ilişkinin onurlu bir parçası gibi davranıldığını hissediyor.

İşte bu noktada öfke doğuyor.
Kendini Avrupalı gibi gören bir orta sınıf, Avrupa’nın bu sembolik dışlamasını hazmedemiyor.
Aynı anda hem “güçlü Türkiye” anlatısını dinliyor, hem de bir vize formu karşısında çaresizlik yaşıyor.
Ve bu deneyim, sadece bireysel değil, toplumsal bir aşağılanma hissine dönüşüyor.
İktidarın milliyetçi söylemiyle, bu günlük hayattaki deneyim arasındaki çelişki, artık gizlenemez hale geliyor.

 

Bu çelişkiyi daha da büyüten şey, devletin bu konuda sessizliğe gömülmesi.
Çünkü bu konu, rejimin söylemsel gücünü zayıflatacak bir alan.
Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik her sözünün büyük bir kısmı içerideki seçmene hitaben söyleniyor.
Ama sokaktaki seçmen, artık “ayağına gelen dünya lideri” anlatısının değil, o liderin yönettiği ülkede yaşamanın getirdiği pratik sorunların farkında.

Bugün yaşadığımız sorun yalnızca bir vize meselesi değildir.
Bu, Türkiye’nin küresel saygınlığında yaşadığı ciddi bir erozyonun yansımasıdır.
Ve en çok da bu ülkenin kendini dünyaya entegre hissetmek isteyen orta sınıfı bu erozyonun ağırlığını taşıyor.

Vize alamamak, artık sadece bir bürokratik engel değil; modern yurttaşlık onurunun da zedelenmesidir.
Ve bu onur zedelenmesi, iktidarın inşa etmeye çalıştığı “büyük Türkiye” anlatısına doğrudan bir tehdittir.
Çünkü güçlü devlet, yurttaşını itibarsızlaştırmaz.

Erdoğan’ın iç kamuoyuna dönük büyük lider imajı ile yurttaşlarının Batı kapılarında yaşadığı itibar kaybı arasındaki uçurum büyüdükçe, siyasette yeni bir sorgulama dönemi başlayacaktır.
Ve belki de bu sorgulama, bir sonraki siyasal dönüşümün ilk adımı olacaktır.

İlker YILDIZ