Skip links

Otoriter Rejimler Serisi 9- Muammer Kaddafi – Yeşil Kitap ve Kabileci Otoriterlik

Kaddafi, 1 Eylül 1969’da Kral İdris’i devirerek iktidarı ele geçirdiğinde yalnızca 27 yaşındaydı. Anti-emperyalist bir söylemle, Arap birliği, İslam ahlâkı ve sosyalist ekonomi arasında bir sentez sunan Yeşil Devrim’in lideri oldu. Ancak bu devrim kısa sürede devletin tüm kurumlarını dağıtarak yerine onun yazdığı “Yeşil Kitap” doğrultusunda işleyen bir sistem inşa etti.

Bu kitap, Kaddafi’nin ideolojik manifestosuydu. Ne tam sosyalistti ne de İslamcı. Ne demokrasiye karşıydı ne de tamamen otoriter olduğunu itiraf ediyordu. Ancak pratikte, halk komiteleri adı altında örgütlenen yapı, hiçbir gerçek muhalefete izin vermeyen, yalnızca lidere sadakati öne çıkaran bir gösteri mekanizmasına dönüştü.

Rejimin Omurgası: Kabilecilik ve Güç Dağıtımı

Libya, tarihsel olarak güçlü kabile yapılarıyla şekillenmiş bir ülkeydi. Kaddafi, bu yapıyı yıkmak yerine ustaca kullandı. Kendi kabilesi Qadhadhfa başta olmak üzere sadık kabilelere ekonomik ve siyasal imtiyazlar tanındı. Bu sayede bir tür “kabile koalisyonu” ile iktidarını pekiştirdi.

Libyalı siyaset bilimci Amal Bugaighis’e göre, Kaddafi’nin otoritesi yalnızca ideolojiyle değil, “yerel sadakat ağları” ile garanti altına alınmıştı. Rejim içi denge bu şekilde sağlanıyor; muhalefet ise ya satın alınıyor ya da sindiriliyordu.

Devletin Kendisi Olan Bir Lider

Kaddafi, zamanla devletle özdeşleşti. Fotoğrafları okullarda, meydanlarda, hatta kitapların giriş sayfalarında yer aldı. Onun sözleri sadece siyasi değil, ahlaki ve kültürel birer yasa haline getirildi. Libya’da televizyonlar onu selamlarken başlar öne eğiliyordu. Lider kültü, Arap dünyasında eşi benzeri görülmemiş boyutlara ulaştı.

Kadın muhafızlarla çevrili sarayları, altın çerçeveli gözlükleri, Batılı liderlerle kurduğu inişli çıkışlı ilişkiler onu hem yerel hem küresel bir ikon haline getirdi. Ancak bu ikon, gerçek bir toplumsal karşılığa değil, korkuya ve çıkar ilişkilerine dayanıyordu.

 

Muhalefetin Bastırılması ve Uluslararası Maceralar

1970’lerden itibaren Libya’da herhangi bir örgütlü muhalefet neredeyse imkânsız hale geldi. Binlerce insan rejim düşmanlığı suçlamasıyla tutuklandı ya da idam edildi. Kaddafi rejimi, muhalifleri sadece içeride değil, Avrupa’da da hedef aldı. Londra’daki Libya muhaliflerine yönelik suikastlar ve Berlin diskosu bombalaması, Kaddafi’nin küresel baskı stratejisinin parçalarıydı.

1975’te yayımladığı Yeşil Kitap, Libya’nın siyasal ve toplumsal organizasyonunun ana metni hâline geldi. Ancak bu kitap bir anayasa değil; daha çok bir ideolojik manifestoydu. Temsili demokrasiyi reddediyor, “doğrudan halk yönetimi”ni savunuyordu. Oysa bu iddia, demokrasinin kurumsal altyapısız bir biçimde kişisel güce nasıl teslim edilebileceğinin bir örneğiydi. Devlet aygıtı kabileler üzerine kurulmuştu; sadakat, liyakatin önüne geçmişti.

Kaddafi rejimi dışarıya karşı Pan-Arap ve Pan-Afrika kimlikleriyle oynarken içeride yoğun bir baskı uyguluyordu. Medya tamamen devlet kontrolündeydi. Muhalifler ya yurtdışına kaçtı ya da sistematik işkencelerle susturuldu. 1996’da Ebu Selim Hapishanesi’nde 1.200 mahkûmun infazı, rejimin iç yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyan dönüm noktalarından biri oldu.

1988’de Pan Am 103 sefer sayılı uçağın Lockerbie’de düşürülmesi, Batı dünyası ile Libya’yı karşı karşıya getirdi. ABD’nin 1986’daki hava saldırıları, Kaddafi’nin uluslararası yalnızlığını artırdı. Ama içeride, tüm bu çatışmalar, “Batı’ya karşı direniş” olarak sunularak meşruiyet devşirildi.

Son ve Sonrası: Rejimin Değil, Devletin Çöküşü

2011 yılında Arap Baharı dalgası Libya’yı da etkiledi. Başta Bingazi olmak üzere çeşitli kentlerde başlayan halk ayaklanmaları kısa sürede silahlı isyana dönüştü. NATO’nun müdahalesiyle denge tamamen değişti ve Ekim 2011’de Muammer Kaddafi, kendi memleketi Sirte’de linç edilerek öldürüldü.

Ancak Kaddafi’nin devrilmesi, Libya’da yeni bir başlangıcın değil, kurumsuzluğun sert bir yüzleşmeye dönüşmesinin miladı oldu.

Kaddafi’nin ölümünden sonra Libya, halkın sandığa giderek özgür bir gelecek kurduğu bir demokrasiye evrilmedi. Tam aksine, otoriterliğin bıraktığı kurumsuzluk, ülkeyi yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürükledi.

Kaddafi döneminde sistemli biçimde zayıflatılan devlet kurumları, rejimin çöküşüyle birlikte işlevsiz kaldı. Güvenlik güçlerinin yerini bölgesel milisler, kabileler ve İslamcı gruplar aldı. 2014’ten itibaren ülke fiilen ikiye bölündü: Batıda Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH), doğuda Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi ve Halife Hafter’in Libya Ulusal Ordusu.

Libya, bir devlet olmaktan çok silahlı aktörlerin çatışma alanına dönüştü. Uluslararası aktörler —Türkiye, Katar, BAE, Rusya, Mısır ve Fransa— farklı grupları destekleyerek ülkeyi bir vekalet savaşına çevirdi.

Kaddafi sonrası dönem, sosyal açıdan da bir çöküş dönemiydi. Halk için devrimin ardından gelen yıllar; yoksulluk, güvensizlik, yerinden edilmeler ve kitlesel göçlerle geçti. Eğitim, sağlık ve kadın haklarında ciddi gerilemeler yaşandı. Güvenlik boşluğu ve silahlanma, toplumsal dokuyu paramparça etti.

Birleşmiş Milletler öncülüğündeki barış müzakereleri kalıcı bir çözüm üretmekte yetersiz kaldı. Seçimler ertelendi, anayasa çalışmaları tıkandı. Bugün Libya’da meşru ve işlevsel bir merkezi otoriteden söz etmek hâlâ mümkün değil.

Libyalı akademisyen Mustafa Fetouri‘nin ifadesiyle:

“Kaddafi bir sistem değil, kendisiydi. O öldüğünde sistem de onunla birlikte öldü. Geriye sadece enkaz kaldı.”

Bu cümle yalnızca Libya’ya değil, kişisel otoriterliğe dayanan tüm rejimlere dair evrensel bir uyarıdır. Çünkü bu tip rejimlerin ardında işleyen kurumlar değil, yalnızca kişisel korku rejimleri ve susturulmuş bir toplum kalır.

İlker YILDIZ