Skip links

Otoriter Rejimler Serisi 7 – Francisco Franco: Sessizlikle İnşa Edilmiş Otoriterlik

İspanya’da iç savaşla başlayıp barışçıl bir kurumsal geçişle sona eren Franco rejimi, 20. yüzyılın “uzun ömürlü” otoriter rejimlerinden biri olarak dikkat çeker. Faşist eğilimler taşısa da Mussolini ve Hitler kadar yayılmacı olmayan bu rejim, daha çok içe dönük bir toplumsal kontrol biçimiyle karakterize edilir. Franco, bir ideologdan çok bir pragmatistti; tek bir doktrin etrafında değil, Katoliklik, milliyetçilik ve militarizm gibi üç ana direk üzerine kurduğu bir denge rejimi inşa etti.

 

İç Savaşın Yarattığı Rejim

1936–1939 İspanya İç Savaşı, yalnızca bir askeri çatışma değil; aynı zamanda Avrupa’nın iki büyük ideolojik kutbunun çarpışmasıydı. Bir yanda Cumhuriyetçiler: sosyalistler, komünistler, liberaller ve anarşistler; diğer yanda milliyetçi Franco birlikleri: muhafazakârlar, monarşistler, kilise ve ordu. Savaş sonunda galip gelen Franco, ülkeyi yalnızca siyasi rakiplerinden değil, toplumsal çeşitlilikten de arındırmaya koyuldu.

Cumhuriyet döneminde kazanılmış birçok hak geri alındı. Sürgünler, idamlar ve işkencelerle binlerce muhalif ortadan kaldırıldı. 1939 sonrası İspanya’sı, görünüşte barış ama derin bir sessizlik içinde yaşamaya başladı.

Devlet, Kilise ve Aile Üçgeni

Franco rejimi Katolik Kilisesi’ni toplumsal kontrolün temel araçlarından biri haline getirdi. Eğitimden aile hayatına kadar her şey dini normlara göre düzenlendi. Kadınlar evin içine hapsedildi; boşanma yasaklandı; doğum kontrol yöntemleri suç sayıldı. Rejim, kadın bedenini de ideolojik bir alan olarak kontrol etti: annelik yüceltilirken bireysellik bastırıldı.

Muhalif entelektüellerin çoğu ya ülkeyi terk etti ya da susmak zorunda kaldı. İçeride kalanlar ise ağır sansür altında yazabildi. Gazetecilik neredeyse yalnızca rejimi yüceltme işlevi gördü. Valle de los Caídos (Düşmüşler Vadisi) gibi anıtlar ise hem rejim mağdurlarını “isimleri silinerek” gömmek, hem de Franco’yu bir tarihsel kurucu lider gibi konumlandırmak için kullanıldı.

Futbol Sahasında İdeolojik Hatlar

Franco rejiminde futbol da ideolojik bir enstrümana dönüştü. Rejimin gözdelerinden biri olan Real Madrid, yalnızca sportif başarılarıyla değil, “yeni İspanya”nın gururu olarak sunulmasıyla öne çıktı. Real Madrid’in Avrupa zaferleri, rejimin uluslararası meşruiyet arayışına hizmet etti. Buna karşılık, Atlético Madrid daha çok işçi sınıfının ve muhalif çevrelerin desteğini alan bir kulüp olarak görülüyordu. Franco döneminde Real Madrid’in kollandığı, hakem kararlarından transfer politikalarına kadar birçok alanda avantajlı kılındığı yönündeki tartışmalar, futbolun da baskı rejiminde tarafsız kalamadığını gösteren bir örnektir.

Soğuk Savaş Döneminde Tolere Edilen Otoriterlik

Franco rejimi, Soğuk Savaş’ın getirdiği jeopolitik konjonktürden de faydalandı. SSCB’ye karşı bir siper olarak görülen İspanya, Batı tarafından izole edilmedi. ABD ile yapılan anlaşmalar sonucu ekonomik yardımlar ve askerî iş birlikleri sayesinde rejim, içeride baskıcı ama dışarıda tolere edilen bir yapı haline geldi.

NATO’ya katılamayan ama Amerikan üslerine ev sahipliği yapan İspanya, Batı’nın pragmatizmine uygun bir otoriter “ortak” olarak konumlandırıldı. Böylece demokrasi, uluslararası ilişkilerde bir kriter olmaktan çıkıp bir retorik haline geldi.

Korkudan Karizmaya: Franco’nun Lider Profili

Franco, Mussolini gibi teatral değildi. Ne Hitler kadar konuşkandı, ne de Ceaușescu gibi gösterişli. Otoritesini sessizlikle kurdu. Onun liderlik tarzı “karizmatik” değil, “sarsılmaz”dı. Konuşmadığı yerde korku konuşur, gösteri yerine istikrar ön plana çıkarılırdı.

Siyaset bilimci Juan Linz’in “otoriter rejimlerin dört özelliği” arasında yer alan sınırlı çoğulculuk, Franco döneminde tam karşılığını buldu: çok sesliliğe izin verilmiyor ama her şey tek bir ideolojik baskıya da indirgenmiyordu. Franco, toplumu zorbalıkla değil, kontrollü istikrarla biçimlendirdi.

Franco 1975’te öldüğünde, ardında ne güçlü bir halk ayaklanması ne de bir devrim bırakmıştı. Ama dikkat çekici olan, rejimin çöküşünün barışçıl ve anayasal yollarla gerçekleşmiş olmasıydı. Franco’nun ölmeden önce yerine geçmesini vasiyet ettiği Kral Juan Carlos, beklenmedik bir şekilde ülkeyi demokrasiye taşıdı. 1978’de yeni bir anayasa kabul edildi; çok partili hayata geçildi; siyasi tutuklular serbest bırakıldı.

Bu, otoriterliğin sona ermesinin illa bir devrimle değil, kurumsal iradeyle de mümkün olabileceğinin nadir örneklerinden biridir. Siyaset bilimci Sheri Berman, bu tür geçişleri değerlendirirken, bazı otoriter rejimlerin demokratikleşmeye elverişli bir “kurumsal enkaz” bırakabileceğini söyler. Franco’nun rejimi de, tüm baskıcılığına rağmen, monarşi, ordu ve bürokrasi içindeki görece uyum sayesinde, yıkıcı bir çöküş yerine evrimsel bir geçişe olanak tanımıştır.

İlker YILDIZ