Skip links

Otoriter Rejimler Serisi 5 – Halk Devrimiyle Gelen Otoriterlik ve İran

Otoriter rejimler yazı dizisinde bu kez coğrafyayı biraz daha doğuya çeviriyorum. Almanya’da Hitler, Paraguay’da Stroessner, Arnavutluk’ta Enver Hoca ve Romanya’da Ceaușescu gibi liderlerle devletin nasıl kişisel bir tahakküm aygıtına dönüştürüldüğünü yazmıştım. Hepsinin ortak noktası, halkı değil; doğrudan siyasi rakipleri ve alternatif fikirleri yok etmekti.

Ancak İran örneği biraz farklı.
Çünkü İran’da otoriterlik bir darbeyle ya da bir liderin ani yükselişiyle değil; bir devrimle, hem de “özgürlük” talebiyle gelen bir devrimle geldi.
Ve sonunda, halkın iradesi adına doğan bir hareket, halkın üzerindeki en katı baskılardan birine dönüştü.

Devrimin Özgürlükçü Damarı ve İlk Heyecan

İran Devrimi denince, akla ilk gelen figür Ayetullah Humeyni olsa da, 1978 sonbaharından 1979’un ilk aylarına kadar süren halk hareketi aslında çok daha geniş bir ittifaktı. Tahran’dan Meşhed’e, Şiraz’dan Tebriz’e kadar ülkenin dört bir yanında yürüyen milyonlarca insan sadece “Şah gitsin” demiyordu; ifade özgürlüğü, ekonomik adalet, laiklik, sendikal haklar ve kadınların toplumsal hayattaki yerinin güçlendirilmesi gibi talepler de meydanlarda yankılanıyordu.

İran’daki laik aydın kesim, Marksist gruplar, sol eğilimli öğrenciler ve liberaller, devrim sonrası kurulacak düzenin çoğulcu olacağına inanıyordu. Mollalar ise sessiz bir şekilde güç biriktiriyor, şeri temelli bir düzenin önünü açmak için devrimdeki kaostan faydalanmayı bekliyordu.

Devrim başarıya ulaştı. Şah, ülkeyi terk etti. Ama o an, özgürlük isteyenlerin değil, düzen isteyenlerin tarih sahnesine çıktığı andı.

Humeyni’nin Yükselişi: Halkın İmanı, İktidarın Zemini

Fransa’daki sürgününden dönen Ayetullah Ruhullah Humeyni, daha Tahran Havalimanı’na inerken milyonlarca kişi tarafından karşılandı. Halkın içinden gelen bir din adamı değil; ilahi bir kurtarıcı gibi selamlandı. Bu, siyaset ile inancın artık birbirinden ayrılmayacağı bir dönemin başlangıcıydı.

Humeyni’nin en büyük avantajı, karşısında dağınık bir muhalefet olmasıydı. Sol gruplar hâlâ aralarında fikir birliği sağlayamamıştı; liberaller ise anayasal reformlar peşindeydi. Oysa Humeyni netti: Şah gidecek, yerine “İslam Cumhuriyeti” kurulacaktı. Ne fazla, ne eksik.

Bu fikir, 1979’da yapılan referandumda halka sunuldu. Ancak ortada bir alternatif yoktu. Soru yalnızca şuydu:
“İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz?”

Cevap da evet oldu. Böylece meşruiyetin halk eliyle sağlandığı bir teokratik rejim, sandıkla kurulmuş oldu.

Velayet-i Fakih: İnancın Devletleştirilmesi

Yeni sistemin temelini oluşturan kavram “Velayet-i Fakih” idi. Yani, İslam hukuku konusunda en yetkin din adamının (fakih) ülkenin en yüksek otoritesi olması. Böylece halkın oyuyla seçilen hiçbir makam, Dini Lider’in (Rehber) üstünde yer alamaz hale geldi.

Humeyni, sadece siyasi bir lider değil; dini bir merci, hatta bir tür “yaşayan fetva”ya dönüştürüldü. Parlamento açılışlarından yargı atamalarına, üniversite müfredatından kadınların giyimine kadar her şey bu ideolojik zemin üzerinde yeniden düzenlendi.

1980’lerin başında kurulan Devrim Muhafızları, rejimin ideolojik bekçiliğini üstlendi. Yargı ise artık yalnızca şeriat kurallarına göre değil, rejimin muhafazasına göre karar verir hale geldi. Basın yasaklandı, kadınların başı örtülmeden dışarı çıkması suç sayıldı. Sadece ideolojik değil, biyolojik bir denetim mekanizması kuruldu.

Otoriterliğin Kurumsallaşması: Düşünce Suçuna Karşı Fetva

1981’e gelindiğinde, İran artık tam teşekküllü bir otoriter rejimdi. Devrimin ortaklarından geriye kalanlar, tek tek tasfiye edildi:

  • Sol grupların liderleri idam edildi, partileri yasaklandı.
  • Liberaller, “Batı uşağı” ilan edilerek sürgüne gönderildi.
  • Feministler “ahlaksızlık”la suçlandı.
  • Üniversiteler “kültürel devrim” adıyla kapatıldı, seküler akademisyenler tasfiye edildi.

Devlet artık yalnızca bir siyasal mekanizma değildi; bir inanç sistemi, bir ahlâk polisi ve bir yaşam biçimi dayatıcısıydı. İnsanlar yalnızca fikirleri için değil, kıyafetleri, inanç pratikleri ve özel hayatlarındaki tercihler için yargılanıyordu.

Bugünün İran’ı: Mahsa Amini ve Yeni Direniş

2022 yılında 22 yaşındaki Mahsa Amini, başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle İran ahlak polisi tarafından gözaltına alındı. Gözaltı sonrası hayatını kaybettiğinde, resmi açıklamalar “doğal ölüm” dese de, bedenindeki morluklar başka bir gerçeği anlatıyordu.

Ve işte o gün, bir kıvılcım yeniden yandı.
Mahsa’nın ismi bir sembole dönüştü. Bu yalnızca bir başörtüsü meselesi değildi. Bu, kadınların yaşamlarına, bedenlerine, kimliklerine el konulmasına karşı bir haykırıştı. Genç kadınlar saçlarını keserek sokaklara çıktı. Erkekler onların yanında yürüdü. Üniversitelerde, metroda, sokaklarda “Jin, jiyan, azadî” (Kadın, yaşam, özgürlük) sloganı yankılandı.

Mahsa Amini bir kişiden çok daha fazlasıydı artık.
O, İran’daki yeni kuşağın artık korkmadığını, artık inanmadığını ve artık boyun eğmediğini gösteren sessiz ama derin bir çığlıktı.

Devlet o çığlığı bastırmak için yeniden bildiği her şeye başvurdu:
İnternet kısıtlamaları, tutuklamalar, gerçek mermiler.
Ama bu kez rejimin baskısı, suskunluk değil; daha yüksek sesle direniş doğurdu.

Ve belki de ilk kez, İran’da 1979’dan bu yana süren “itaat söylemi” bu kadar güçlü biçimde sorgulanmaya başladı.

Meşruiyet Krizi ve Devrimin Yorgunluğu

Bugün İran rejimi hâlâ ayakta ama meşru değil. Seçimler yapılıyor ama adaylar “Anayasayı Koruyucular Konseyi” tarafından onaylanıyor. Parlamenter sistem var ama karar alma gücü Dini Lider’de. Basın var ama sansür altında. Eğitim sistemi var ama ideolojik kontrolle. Yani tüm kurumsal vitrin yerli yerinde ama içerik çoktan boşalmış durumda.

1979’da halkın omuzlarında yükselen devrim, artık sadece baskı aygıtlarıyla ayakta durabiliyor. Otoriterliğin nihai paradoksu da burada gizli: Halk adına iktidara gelen bir rejim, sonunda halkın kendisinden korkar hale geliyor.

Bu korku, bugünün İran’ında her yerde:
Kadınların saçlarında, öğrencilerin sözlerinde, gazetecilerin kalemlerinde, şarkı sözlerinde, sosyal medya paylaşımlarında, mezarlıklarda, cenazelerde, gözaltılarda…

Otoriter rejimler çoğu zaman kendilerini “toplumu koruma” göreviyle meşrulaştırırlar. İran rejimi de yıllar boyunca Batı’ya, ABD’ye, İsrail’e karşı direniş iddiasıyla halkı mobilize etti. Ama içeride yoksulluk arttı, eğitim çöktü, gençlik işsiz kaldı, beyin göçü rekor kırdı. Dış düşman söylemi, içerideki baskıyı görünmez kılmaya yetmedi.

Çünkü bir rejim, sonsuza kadar yalnızca “karşıtlıkla” yaşayamaz.

İran örneği bize şunu gösteriyor: Her devrim bir umutla başlar ama her umut demokrasiye çıkmaz.
Devrim, halkı sadece iktidardan değil, bazen yeni bir tahakküm biçiminden de kurtaramayabilir.

İran’da teokratik otoriterlik, sadece bir ideolojik projenin değil, aynı zamanda halkın öfkesinin bir rejime nasıl yönlendirilip sonra kendi üstüne nasıl kapatıldığının tarihidir.
Ve bu tarih, bize sadece İran’ı değil, günümüz Türkiye’sini de düşünmek için bir imkân sunar.

Çünkü otoriterlik her zaman zorbalıkla değil, inançla, sadakatle, umutla inşa edilir.
Ama sonrasında halktan aldığı meşruiyeti, halka karşı bir zırha dönüştürür.

İlker YILDIZ