Skip links

Otoriter Rejimler Serisi 4 – Nicolae Ceaușescu’nun Nevrotik Otoriterliği

Romanya’nın 20. yüzyıl sonundaki çöküşü, bir halkın açlığı ile bir liderin ilahlaştırılması arasında inşa edilmiş otoriterliğin çarpıcı bir örneğidir.

Nicolae Ceaușescu’nun Nevrotik Otoriterliği

1980’lerin Romanya’sında karneyle dağıtılan ekmek, buz gibi evlerde kalın paltolarla geçirilen kışlar ve geceleri kesilen elektrik gündelik yaşamın normaliydi. Ama bu yoksulluğun tam ortasında, başkent Bükreş’te dünyanın en büyük ikinci kamu binası olan Parlamento Sarayı yükseliyordu. 12 bin odalı bu dev yapı, yalnızca betonla örülmüş bir bürokrasi değil; Ceaușescu rejiminin büyüklük takıntısının mimari yansımasıydı. Liderin halk üzerindeki mutlak gücünü simgeleyen bu saray, estetikle otoritenin iç içe geçtiği, abartılı ve sarsıcı bir iktidar gösterisine dönüşmüştü

Nicolae Ceaușescu, 1965’te Romanya Komünist Partisi’nin lideri olduğunda, ülkede zaten tek parti sistemi hakimdi. Ancak Ceaușescu’nun liderliği, klasik bir sosyalist tek adam yönetiminin ötesine geçti. Kendi kişiliğini kutsallaştırarak bir tür yarı-dinsel iktidar biçimi kurdu. Portreleri her kamu binasında yer aldı; eşi Elena ile birlikte “parti ve halkın ebeveynleri” gibi sunuldu. Lider kültü öyle bir noktaya vardı ki, devletin ideolojisi ile Ceaușescu’nun şahsiyeti neredeyse eşanlamlı hale geldi.

Bu kült inşası, Hannah Arendt’in totaliter rejim analizindeki temel unsurlardan birini somutlaştırıyordu: iktidarın yalnızca siyasal alanda değil, bireyin zihninde ve hafızasında da inşa edilmesi.

Toplumu Kuşatan Korku ve Beden Siyaseti

1966 yılında yürürlüğe giren ve Ceaușescu rejiminin “geleceğin sosyalist emekçilerini yaratma” adına çıkardığı 770 sayılı yasa, Romanya’daki tüm doğum kontrol yöntemlerini ve kürtajı yasakladı. Ama bu yasa yalnızca sağlık politikasının sınırlarını değil, insanlık onurunun da sınırlarını ihlal etti. Kadınlar düzenli olarak jinekolojik denetimlere tabi tutuluyor, düşük yapanlar hakkında soruşturmalar açılıyor, doktorlar fişleniyor, kadınlar kürtaj yaptığı şüphesiyle işkencelere maruz bırakılıyordu.

Devlet yalnızca beden üzerinde değil, bedenin potansiyeli üzerinde iktidar kuruyordu. Kadın, artık yalnızca “doğurganlığı ölçülebilir bir vatandaş”tı. Çocuk sahibi olmayanlar, ya da belirlenen sayının altında doğum yapanlar, işten atılıyor, sürgün ediliyor veya sosyal yardımlardan men ediliyordu. Binlerce kadın, istemediği gebelikleri gizlemek zorunda kaldı; çok sayıda kadın sağlıksız koşullarda hayatını kaybetti. 770 sayılı yasa, kadını bir vatandaş değil, bir “damızlık makinesi”ne indirgemişti.

Aynı dönemde rejimin estetik boyutu da büyüyordu. Mitingler, portreler, senkronize alkışlar… Susan Sontag’ın “faşist estetik” tanımı, bu kez sosyalist bir görünümle toplumun her yanına sirayet etmişti. Ceaușescu’nun sureti, fikirlerin önüne geçmişti. Sadakat gösteriyle ölçülüyordu. Ancak halk ne kadar çok alkışlarsa, rejimin altı o kadar çok boşalıyordu.

Giderek büyüyen güvensizlik, Ceaușescu’yu kendi halkına karşı paranoyak hale getirdi. Sovyetler’den, Batı’dan, hatta kendi bakanlarından korkuyordu. Dev iç güvenlik kurumu Securitate, her 43 kişiden birini muhbir haline getirdi. Erich Fromm’un “otoriteye teslimiyetin içselleşmesi” dediği olgu, Romanya’da günlük hayatın normuna dönüştü. İnsanlar yalnızca rejimden değil, birbirlerinden de korkar hale gelmişti.

Çöküş ve Hafızada Kalanlar

1989’un Aralık ayında, Timișoara’dan başlayan protestolar tüm ülkeye yayıldı. Ceaușescu önce meydanlara çıktı, ardından kaçmaya çalıştı. Ama kameralar artık onun lehine değil, aleyhine çalışıyordu. Noel günü, eşi Elena ile birlikte çıkarıldığı göstermelik bir mahkemede saatler içinde yargılandı ve infaz edildi. Devlet televizyonu bu infazı yayınladı. Rejimin sonu, liderin ilahlaştırıldığı ekranda onun düşüşünün de sahneye konulmasıyla geldi.

Juan Linz’in otoriterlik tanımı —sınırlı çoğulculuk, düşük mobilizasyon ve lider merkezli siyaset— Ceaușescu döneminde sınırlarını zorladı. Rejim, yalnızca siyasal alanı değil; eğitimi, doğurganlığı, estetiği, hafızayı ve korkuyu da denetlemeye çalıştı. Arendt’in totaliterlik analizi burada tam anlamıyla gerçeklik kazandı.

Ceaușescu yalnızca bir diktatör değil, bir illüzyondu. Halk o illüzyona o kadar uzun süre inandı ki, sonunda inandığı şeyin kendisi tarafından yıkıldığını izledi. Gösterinin gücü bir yere kadar sürdü; halkın suskunluğu, infaz anında kolektif bir çığlığa dönüştü.

Bugün Romanya, bu rejimin yarattığı toplumsal ve psikolojik enkazla hâlâ yüzleşmeye çalışıyor. Rejimin çöküşü, yalnızca bir liderin devrilmesi değil; yoksulluğun, korkunun ve suskunluğun birikmiş öfkesinin patlamasıydı. Ancak Ceaușescu sonrası dönem, özgürlüğün kendiliğinden refaha dönüşmediğini de gösterdi. 1990’lı yıllarda Romanya ciddi bir ekonomik krize sürüklendi. Eğitimli, meslek sahibi birçok kadın ve erkek, komşu ülkelere –özellikle Türkiye’ye– çalışmak ya da yaşamak için göç etti. Ne yazık ki bazı kadınlar, geçim sıkıntısı içinde hayat kadını olarak çalışmak zorunda kaldı. Bu tablo, sadece rejimin değil, rejimin sonrasındaki kurumsal yıkımın ve sosyal travmanın da bir sonucu olarak görülmelidir.

Eğitimli, meslek sahibi birçok kadın ve erkek, komşu ülkelere –özellikle Türkiye’ye– çalışmak ya da yaşamak için göç etti. Ne yazık ki bazı kadınlar, geçim sıkıntısı içinde hayat kadını olarak çalışmak zorunda kaldı. Bu tablo, sadece rejimin değil, rejimin sonrasındaki kurumsal yıkımın ve sosyal travmanın da bir sonucu olarak görülmelidir.

İlker YILDIZ