Skip links

Muallimden Memura: Bir “Kutsal Devlet” Yanılsaması ve Öğretmenliğin Ekonomi Politiği

Türkiye’de belirli günler, toplumsal hafızayı tazelemekten ziyade, mevcut yapısal çürümeyi örten birer “devlet ayini”ne dönüşmüş durumdadır. 24 Kasım da bunlardan biri. Bugün, protokol halılarında “geleceğin mimarları” hamaseti yapılırken, arka planda işleyen mekanizma, Türkiye’nin beşeri sermayesini bir “alt gelir tuzağına” hapsetmekle meşgul.

Meseleyi duygusal bir “öğretmen sevgisi” parantezinden çıkarıp, soğukkanlı bir siyaset bilimi ve ekonomi politiği perspektifiyle ele alalım. Zira rakamlar, hamasetten çok daha acımasız ve dürüsttür.

Sayıların Despotizmi: Bir İstihdam Deposu Olarak MEB

Cumhuriyetin kuruluşunda “Muallim”, bir aydınlanma öncüsüydü. Bugün ise sistem, öğretmeni devasa bir bürokratik aygıtın “teknik personeline” indirgemiş durumda.

2024-2025 verilerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo, bir eğitim politikasından ziyade, bir “sosyal yardım” mekanizmasını andırıyor. Türkiye’de şu an resmi ve özel kurumlar dahil 1 milyon 168 bini aşkın öğretmen var. Son 22 yılda yapılan 800 binden fazla atama ile sistem, niceliksel olarak OECD standartlarını yakalamış gibi görünüyor. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı kâğıt üzerinde 14-15 bandında.

Ancak burada duralım. Lisans yıllarından bir arkadaşımın sıkça vurguladığı o “yapısal zorunluluk” burada devreye giriyor. Devlet, üniversiteleri bir “diplomalı işsiz” bekleme odasına çevirdiği için, her yıl yüz binlerce genç, öğretmenlik hayaliyle sisteme giriyor.

2024 KPSS Eğitim Bilimleri oturumuna başvuran aday sayısı 526 bin 947. Peki, sistemin bu orduya cevabı ne oldu? Sadece 20 bin atama (bunun bir kısmı mülakat tartışmalarıyla gölgelendi). Bu, sınava giren bir gencin atanma ihtimalinin matematiksel olarak %3,8 olduğu anlamına geliyor. Ben bu yazıyı yazarken 15 bin atama haberinin de geldiğini söylemek lazım. Ancak yüzdelik olarak hala %4 atama oranlarındayız. 

Bu, devletin planlama yeteneğini yitirdiğinin ve genç nüfusunu “atama bekleyenler” kategorisinde pasifize ederek, potansiyel bir sosyal patlamayı ötelediğinin resmidir.

Bir ülkenin ne ürettiği, o ülkenin öğretmenine ne değer verdiğiyle doğrudan ilişkilidir. Eğer hedefiniz fason tekstil üretmekse, öğretmeninize asgari ücretin biraz üzerinde verirsiniz. Eğer LLM-AI toollar tasarlamak istiyorsanız, öğretmeni toplumun elit sınıfına taşırsınız.

Türkiye, tercihini fasonculuktan yana kullanmış görünüyor.

Temmuz 2025 projeksiyonlarına göre, mesleğe yeni başlayan (9/1 derece) bir öğretmenin maaşı yaklaşık 52.620 TL seviyelerinde. Uzman öğretmen unvanını almış, yıllarını bu işe vermiş bir eğitimci (1/4 derece) ise 67.000 TL bandında maaş alıyor.

Buradaki paradoks şudur: Muhafazakâr iktidar, öğretmeni “kutsal bir dava adamı” olarak tanımlarken; ona reva gördüğü hayat standardı, büyükşehirlerdeki kira ortalamasının (25-30 bin TL) ancak iki katıdır. Seküler kesim ise meseleyi sadece “Atatürkçü nesiller” yetiştirme romantizmine indirgerken, o nesli yetiştirecek öğretmenin, ay sonunu getiremediği için kitap alamadığını, tiyatroya gidemediğini, yani “entelektüel beslenme” damarlarının kesildiğini görmezden gelir. Ya da gelmez de ne yapar?

Kültürel sermayesi erimiş bir öğretmenden, “fikri hür” nesiller beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ben söylemiş olayım.

Milliyetçilik üzerine konuşurken “vatanın her karış toprağı kutsaldır” diyenlerin yüzleşmesi gereken bir veri daha var: Bölgesel eşitsizlik.

İLKE Vakfı ve MEB verileri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da dramatik bir “öğretmen devir hızı” (turnover) olduğunu gösteriyor. Şırnak, Hakkari gibi illerde, özellikle okul öncesi kademesinde öğretmen sayısındaki düşüş ve değişim oranı %18‘leri buluyor.

Bu ne demek? Bir öğrenci ilkokulu bitirene kadar 4-5 farklı öğretmen değiştiriyor demek. Devletin güvenlik bürokrasisi (asker, polis) o bölgede kalıcı iken, eğitim bürokrasisinin sürekli “kaçmaya” çalışması; devletin o bölgeyle kurduğu ilişkinin “inzibati” olduğunu, “inşai” olmadığını gösterir. Öğretmeni orada tutacak ekonomik ve sosyal teşvikleri (örneğin ciddi bir bölgesel tazminat) sağlayamayan bir “üniter devlet” söylemi, hamasetten öteye maalesef geçemez.

Sonuç: Ritüelden Reformasyona

24 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Başöğretmen” unvanını almasını kutlayacağız. Ancak Atatürk’ün kara tahta başındaki o ikonik fotoğrafı, bugün bir nostaljiden ibarettir.

Bugünün Türkiye’sinde öğretmen;

  1. Sendikal hakları parçalanmış,
  2. Velinin müşterileştiği sistemde itibarsızlaştırılmış,
  3. Ekonomik olarak “prekarya” sınırına itilmiş,
  4. Ve ideolojik tornaların (ister seküler ister muhafazakâr) arasında sıkışmış bir “memur”dur.

Eğer Türkiye, “sınıf atlamak” istiyorsa, bu işe öğretmeni bir “devlet memuru” statüsünden çıkarıp, ona entelektüel ve ekonomik özerkliğini iade ederek başlamalıdır. Aksi takdirde 24 Kasımlar, can çekişen bir eğitim sistemine her yıl bir günlüğüne yapılan “makyaj” olmaktan öteye gidemeyecektir.

Öğretmenler gününüz kutlu olsun; tabii eğer bu şartlarda “kutlanacak” bir şey bulabiliyorsanız.

MEMDUH BOZKURT

Leave a comment