Kendine Yer Açmak
Bazı insanlar hayatta “yerinde” hisseder. Kim olduklarını, nereye ait olduklarını, neye değer verdiklerini az çok bilirler. Ama bazıları için bu deneyim dağılmış, bulanık ya da eksiktir. Bu kişiler sık sık şunları sorgular: “Ben kimim?”, “Burada ne işim var?”, “Bu hayat bana mı ait?”, “Bu ortamda neden yabancı gibiyim?”
Bu soruların karşısında kişi, bir tür “yer bulma, merkezlenme, sabitlenme” ihtiyacı hisseder. Ama o yer—hem psikolojik olarak, hem de bazen fiziksel olarak—yoktur ya da erişilememektedir. Kendilik deneyimi tam da bu eksiklikte çatallanır.
Eğer kişi kendi psikolojik merkezine, yani benliğine, dokunamıyorsa; o zaman o merkezin varlığını hissettirmek için bedenine döner. Dürtüsellik tam da bu noktada devreye girer.
İçeride sabit bir benlik duygusu yoksa, dışarıda bir şeyle çarpışarak, sarsılarak, bedenin sınırlarında bir ‘ben’ oluşturur. Mesela:
- Ani bir cinsel deneyim: “Bedenim burada, ben buradayım.”
- Ani bir öfke patlaması: “Bak varım, tepki veriyorum.”
- Ani bir alışveriş: “Bir şey aldım, bana ait bir şey yarattım.”
- Bir madde kullanımı: “Artık başka bir halim var, bunu ben seçtim.”
Tüm bu dürtüsel eylemler, kişinin o an bir yere temas etme, bir hal içinde olma, bir varlık hissetme çabası olabilir.

Felsefi düzeyde bu arayış, Heidegger’in “dasein” yani “orada-oluş” kavramını çağrıştırır. İnsan, kendi varoluşuna bir zemin arar. Dış dünyaya değil, kendi varlığının merkezine kök salmak ister.
Bazen ait olduğun bir yerin olmaması, zamanla bir yere ait olma yetisini de törpüler. İnsan, artık hiçbir bağda rahat edemez. Ne kalabildiği yerlere güvenir, ne de gidebildiği yerlerde kök salabilir. Kendini hiçbir zaman tam anlamıyla içeren bir ortamla karşılaşmamışsa, kişi zamanla her yerin dışında, her ilişkinin kenarında hisseder. Bir yere yerleşememek artık bir eksiklik değil, bir alışkanlık halini alır. Ve bu alışkanlık, yeni yerlere varmak değil, sürekli hareket hâlinde kalmakla örtüşür. Ama durmak istese de, durduğu her yer biraz yabancı, biraz geçicidir. İşte bu yüzden, insan bazen aidiyet hissini aramayı bırakır ve onun yerine bedeninde geçici bir yer açar; bir dürtü, bir patlama, bir eylem aracılığıyla ‘şimdi buradayım’ diyebilmenin bir yolunu bulur.
Dürtüsellik ZevkAcı Verir
Dürtüsellik, ait olamadığın bir dünyada kendine ait bir varlık alanı kurma çabasıdır. Kendine yer açmanın, kendine ulaşmanın bedensel, ani ve bazen acı veren yollarından biridir.
Sonuçta, “kendi yerine ulaşmak” demek; kişinin kendilik duygusuna dokunması, içsel olarak sabitlenmesi, dünyada bir iz, bir sınır, bir varlık bırakma arzusudur. Dürtüsellik bu arayışın bazen aceleci, bazen kontrolsüz ama çoğu zaman hakiki dışavurumudur.
Belki de en iyi cümleyle: Kendine ulaşamayan, bir yerlere çarparak kendini hissetmeye çalışır.
Ne yazıktır ki bu his anlıktır, köksüzdür. Kişi tatmin olmamakta haklıdır. Çünkü o aslında kendilik duygusunu inşa etmek ister, sadece canlandırmak değil.
Oysa dürtüler ancak geçici bir ışık yakar, kalıcı bir yapı kurmaz. “Bedenim burada” hissi gelir ama “benimle kalıyor” hissi gelmez. Dürtüyle gelen varlık hissi, içsel bir yapıya değil, anlık bir zemine dayanır.
Tıpkı üzerine oturmaya çalıştığın ama altında yer olmayan bir sandalye gibi: Otursan da düşeceğini bilirsin.

Kişi, sadece çarparak değil, yavaş yavaş dokunarak da kendine ulaşabilir. Ve belki de tam bu noktada, içsel köklenmenin yolu dışsal aidiyetlerden geçer. Kimi insanlar, kendi merkezlerine ancak bir yere, bir ilişkiye, bir topluluğa temas ettiklerinde ulaşabilirler. İçsel bütünlük çoğu zaman, dış dünyada bir yere tutunabilme kapasitesiyle birlikte gelişir.
Kendi içine yerleşemeyen, dış dünyaya tutunmakta zorlanabilir; ama bazen, dış dünyada bir yere tutunabilen biri, kendi içine doğru da kök salabilir.Çünkü dürtüye tanıklık edebilmek, önce onunla kalınabilecek bir alanı mümkün kılmayı gerektirir. Bu alan bazen bir ilişki, bazen bir dil, bazen de sadece güven veren bir tekrar olabilir.Böylece dürtü “refleks” olmaktan çıkar, bir içsel yolculuk tabelasına dönüşür.
Refia BOZKURT
Psikolog
