 
		Otoriter Rejimler Serisi 8- Josef Stalin: Korkuyla Yoğrulan Bir Totalitarizmin Anatomisi
Asıl adı İosif Vissarionoviç Dzhugaşvili olan Stalin, 1878 yılında Gürcistan’ın Gori kasabasında doğdu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Stalin, genç yaşta Ortodoks rahipliği eğitimi aldı; fakat devrimci fikirlerle tanışınca bu yolu terk etti. 1900’lerin başında Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katıldı ve Bolşevik fraksiyonun sadık bir üyesi haline geldi. “Stalin” adını —Rusça “çelik adam” anlamına gelir— bu dönemde aldı. Bu takma ad, onun siyasi mücadeledeki kararlılığına ve sertliğine bir gönderme olarak kullanılıyordu.
Zamanla Lenin’in en yakın çevresine girmeyi başaran Stalin, 1922’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne getirildi. Bu pozisyonun örgütsel gücünü kullanarak, Lenin’in 1924’teki ölümünden sonra yavaş ama kararlı bir şekilde iktidarı tekeline aldı. Stalin’in yükselişi, sadece bir liderin kariyeri değil, aynı zamanda tüm bir halkın kaderini belirleyen karanlık bir dönemin başlangıcıydı.
İktidarın Tesisi ve Parti İçi Tasfiyeler
Stalin’in iktidarı pekiştirme süreci, Komünist Parti içinde kapsamlı tasfiyeleri de beraberinde getirdi. Troçki başta olmak üzere Lenin döneminden kalan muhalif figürler önce itibarsızlaştırıldı, ardından sürgüne gönderildi veya infaz edildi. 1936-1938 yılları arasında yaşanan “Büyük Temizlik” (Great Purge) döneminde yüz binlerce insan, casusluk, sabotaj ve karşı-devrimcilik suçlamalarıyla idam edildi ya da Gulaglara gönderildi. Parti kongreleri artık sadece onay merasimi haline gelirken, Stalin’e itaat dışında bir seçenek kalmamıştı.
Devlet, Terör ve Propaganda Üçgeni
Stalin rejimi, klasik otoriterlikten farklı olarak, yaşamın tüm alanlarına nüfuz eden bir totalitarizm biçimi kurdu. Yurttaşların sadece siyasi değil, düşünsel sadakatleri de gözetim altına alındı. NKVD (gizli polis teşkilatı), toplumun içine yayılmış bir korku ağı kurarken, rejim propagandası Stalin’i yarı-tanrısal bir figür olarak yüceltti. Tarih kitapları yeniden yazıldı, eski devrimcilerin isimleri silindi. Korku ve tapınma aynı anda inşa edildi.
Stalin, sanatı, bilimi, eğitimi, sporu ve dini kontrol altına alarak ideolojik bir teklik yarattı. Kiliseler kapatıldı, din adamları tutuklandı; Sovyet realizmi dışındaki tüm sanatsal yaklaşımlar bastırıldı. Rejim, yurttaşlardan yalnızca itaat değil, inanç da bekliyordu.
Ekonomide “Atılım”, Toplumda Felaket
Stalin, Sovyet ekonomisini dönüştürmek için beş yıllık kalkınma planlarını devreye soktu. Sanayileşme uğruna tarım kolektifleştirildi. Ancak bu politika, özellikle Ukrayna’da milyonlarca insanın açlıktan ölmesine yol açan Holodomor gibi büyük trajedileri beraberinde getirdi.
Holodomor, 1932–1933 yılları arasında özellikle Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde yaşanan kitlesel bir kıtlıktı. “Açlıktan öldürme” anlamına gelen bu terim, sıradan bir doğal felaketi değil, doğrudan Stalin’in zorlayıcı tarım politikalarının bir sonucu olarak yaşanan büyük insanlık dramını tarif eder.
Zorunlu kolektivizasyon politikasıyla özel mülkiyet ortadan kaldırıldı, köylüler devlet çiftliklerinde çalışmaya zorlandı. Sovyet hükümeti gerçek dışı tahıl toplama kotaları belirledi; köylülerin kendi tüketimleri için tahıl ayırmaları yasaklandı. Üretilen mahsulün büyük kısmı ihraç edilirken, milyonlarca Ukraynalı temel besine ulaşamaz hâle geldi.
Ukrayna’dan başka bölgelere kaçışlar engellendi, kıtlık gizlendi, hatta yardım girişimleri dahi bastırıldı. Bazı tarihçiler, bu kıtlığın sadece bir ekonomik kriz değil, aynı zamanda Ukrayna’daki milliyetçi damarı cezalandırma amacı taşıdığını, dolayısıyla bunun bir çeşit politik soykırım olduğunu savunur. Ukrayna başta olmak üzere bazı ülkeler Holodomor’u resmen soykırım olarak tanımışken, Rusya bu iddiayı hâlâ reddeder.
Holodomor, yalnızca milyonlarca cana mal olmadı; aynı zamanda Stalin rejiminin, toplum üzerindeki mutlak kontrol hırsının bir göstergesi olarak tarihe kazındı. Sovyetler, kendi vatandaşlarını açlığa mahkûm ederken dahi bu politikaları ideolojik başarı olarak sunabildi.
Savaşın Ardından Yükselen Korku
II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nı yenerek dünya siyasetinde ağırlığını artıran Stalin, savaş sonrası dönemde Doğu Avrupa’da benzer rejimler inşa etti. Ancak içerideki baskı politikaları hiç hafiflemedi. Savaş sonrası bile Gulag sistemi devam etti; Yahudi entelektüellere yönelik “doktorlar komplosu” gibi antisemitik kampanyalarla baskı sürdürüldü.
Sovyet tarihçisi Roy Medvedev, Stalin’i “komünizm adına uygulanan bir despotizm”in sembolü olarak tanımlar. Onun iktidarı yalnızca bir diktatörlüğü değil, totaliterliğin nihai hâlini temsil eder. Daha önce de bir kaç kez değindiğimiz Hannah Arendt’in tanımıyla totaliter rejim, yurttaşların yalnızca davranışlarını değil, düşüncelerini de şekillendirmeye çalışan bir yapıdır. Stalin’in Sovyetler Birliği, bu tanımın textbook örneğidir.
Stalin’in otoriterliği, ideolojik saflıktan çok iktidar arzusu etrafında şekillendi. Marx ya da Lenin’in ilkelerinden çok, kendi kurduğu düzenin devamına sadıktı. Devlet, bireyi şekillendiren değil, bireyi ezen bir yapıya dönüştü. Sovyetler Birliği’nde rejimin tek meşru sesi Stalin’di. Eleştiri, muhalefet ya da çeşitlilik düşüncesi tamamen dışlandı. George Orwell’ın “1984” adlı eserindeki Büyük Birader karakteri, doğrudan Stalin’in gölgesinden türemişti.
1953’te Stalin’in ölümüyle birlikte Sovyetler Birliği kolektif bir nefes aldı. Nikita Kruşçev, 1956’da Stalin’in suçlarını ifşa eden ünlü “Gizli Konuşma”yı yaparak bir dönemin hesaplaşmasını başlattı. Ancak ne Gulag sistemi hemen kaldırıldı ne de korku hafızalardan silindi. Sovyet toplumu, Stalin döneminin yarattığı kurumsal baskıyı ve toplumsal travmayı on yıllar boyunca taşımaya devam etti.
Stalin’in rejimi, otoriterliğin totaliterliğe nasıl evrilebileceğinin en sert örneklerinden biridir. Mussolini ya da Franco gibi liderlerde görülen kurumsal denge arayışı, Stalin’de neredeyse yoktu. Onun için ideoloji bir araçtı; esas olan ise mutlak egemenlikti. Ve bu egemenlik yalnızca devleti değil, bireyin düşünce dünyasını da kontrol altına almayı hedefliyordu.
İlker YILDIZ

 
							 
							