İstanbul Sadece Bir Şehir Değil
Bir ülkenin başkentini seçmesi yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda sembolik bir karardır. Osmanlı, fetihle birlikte payitahtı İstanbul’a taşıyarak imparatorluğun gözünü Batı’ya çevirdi. Cumhuriyet ise tam tersine, başkenti Ankara’ya alarak yalnızca güvenliği değil, aynı zamanda Anadolu’ya kök salmayı amaçladı. Bu tercih, genç Cumhuriyet’in desantralizasyon ihtiyacını sezgisel biçimde kavradığını gösteriyordu.
Aradan geçen bir asırda tablo yeniden değişti. Bugün İstanbul yalnızca bir şehir değil, Türkiye’nin kaderini tek başına belirleyen bir merkez haline geldi. 16 milyon nüfusu ve tek başına ekonominin %30’unu üretmesiyle İstanbul, adeta kendi başına bir ülke.
Milyonları aşan nüfuslarıyla ilçeleri ise başlı başına birer şehir diyebiliriz.
Marmara Bölgesi’ni de kattığımızda bu oran %47’ye ulaşıyor. Yani Türkiye’nin yarısı, tek bir bölgeye sıkışmış durumda.
İstanbul’un büyüklüğü bazıları için bir gurur kaynağı olabilir ama aynı zamanda kırılganlığımızın da adı. Bankaların genel müdürlüklerinden medya merkezlerine, sanayiden lojistiğe kadar her şey İstanbul’da.
Anadolu’da kurulmuş bile olsa biraz büyüyünce şirketler merkezlerini ve operasyonlarını İstanbul’a taşıyorlar.
İstanbul bu yükü kaldıracak kadar büyük değil. Hele ki deprem riski olan bir şehir olarak böylesine tek bölgeye yoğunlaşma mantıklı da değil.
Olası bir deprem, enerji kesintisi ya da siyasi kriz, yalnızca İstanbul’u değil, Türkiye’nin tamamını felç edebilir.
Bu, tek merkezli ekonomilerin en büyük riskidir.
Avrupa’da böyle bir örnek yok. Örnek vermek gerekirse:
Almanya’da finans Frankfurt’tadır, siyaset Berlin’dedir, sanayi Stuttgart ve Münih’te, kültür Hamburg’dadır. Fransa’da Paris baskındır ama Lyon, Marsilya ve Toulouse da ülke ekonomisinin taşıyıcı sütunlarıdır.
Türkiye’de ise Bursa, Kocaeli, Sakarya gibi Marmara illeri bile İstanbul’un uzantısı gibi işliyor. Organize sanayi bölgeleriyle kendi başlarına güçlü üretim merkezleri olsalar da, ihracatın, finansman akışının ve lojistik kararların merkezi hâlâ İstanbul.
Anadolu’nun diğer büyük şehirlerinde de tablo çok farklı değil.
Ankara, başkent olmasına rağmen siyaset dışında bağımsız bir merkez olmayı başaramadı; ekonomi ve finansın ağırlığı hâlâ İstanbul’da. İzmir, limanı, tarımı ve turizmiyle güçlü bir potansiyele sahip olsa da, Türkiye’nin dış ticaretinin ve uluslararası yatırımlarının büyük kısmı yine İstanbul üzerinden yürütülüyor. Gaziantep, sanayisi ve ihracatıyla öne çıkan bir şehir olmasına rağmen, markalaşma ve finansman ayağında İstanbul’a bağımlı. Konya tarımda, Kayseri üretimde, Antalya turizmde öne çıksa da, bu sektörlerdeki karar merkezleri ve sermaye akışları yine İstanbul’da toplanıyor.
Sonuç olarak, Anadolu şehirleri kendi alanlarında güçlü olsalar da, ulusal ölçekte bağımsız ekonomik merkezler olarak değil, İstanbul’a bağlı “bölgesel aktörler” olarak işliyorlar. Bu da İstanbul’un tek merkezli yükünü daha da artırıyor.
Çözüm belli: İstanbul’un yükünü paylaşmak. Üniversiteleri, sanayi merkezlerini, lojistik üslerini Anadolu’nun farklı şehirlerine taşımak. Ankara’yı yalnızca siyasi değil, aynı zamanda teknoloji ve inovasyon merkezi yapmak. İzmir’i Ege’nin, Antalya’yı Akdeniz’in ticaret kapısı haline getirmek. Gaziantep’i, Konya’yı, Eskişehir’i, Samsun’u daha etkin aktörler kılmak.
Bu yalnızca ekonomik bir tercih değil, demokrasi için de bir ihtiyaç. Çünkü güç, tek bir merkeze yığıldığında denetim zayıflar; farklı merkezler oluştuğunda ise hem ekonomi hem de siyaset nefes alır.
Cumhuriyet’in Ankara tercihi bir ders veriyor: İstanbul’u payitaht yapmış Osmanlı çöktü; Anadolu’ya yaslanmış Cumhuriyet ayakta. Ama bugün tekrar tek merkeze, İstanbul’a bağımlı hale geldik.
Bu yanlıştan dönmek gerek.
İlker Yıldız
Siyaset Bilimci, Eğitim ve Kariyer Danışmanı
