Skip links

Hepimiz Birer Naziyiz ya da Lineer Düşünmenin Kaçınılmaz Darlığı

Öncelikle bu bir siyaset eleştirisi değildir ve/zaten toplumda yolunda gitmeyen her şeyin güncel siyasetle açıklanmaya çalışması da özgünlükten yoksun ve tembelce bir çabadır. Okuyacağınız bu satırlar bireyin toplum içindeki kendini bilmezliğinin eleştirisidir ayrıca bir çoğunuzun bu yazının sonunda, potansiyel bir Nazi olduğuna kanaat getireceğine inanıyorum. Buyurun.

Sosyal psikoloji literatüründe, kimliğin insan davranışları üzerindeki etkisini göstermesi itibariyle önemli bir role sahip Mavi/Kahverengi Göz Deneyi (Blue/Brown Eye Experiment) isimli bir deney vardır. Bu deneyi 1968 yılında Jane Elliot isimli bir üçüncü sınıf öğretmeni, öğrencilerine ırka dayalı ayrımcılığın etkilerini gösterebilmek için yapmıştır. Öğrencileri, mavi ve kahverengi gözlü çocuklar olarak iki gruba ayırır ve mavi gözlülerin kahverengilerden üstün olduğunu söyler. Mavi gözlülerin daha iyi ve zeki olduklarını vurgular, onlara daha uzun teneffüs süresi gibi ayrıcalıklar verir. Sonrasında ise rolleri değiştirip bu ayrıcalıkları kahverengi gözlülere verir.

Bu deneyin en kritik bulgularından biri, mavi gözlüler üstün olduklarına inandıklarında daha fazla ayrıcalık talep etmeye başlamalarıdır, hatta kahverengi gözlülerin sahip olduğu hakların da ellerinden alınmasını istemeleridir.

Bu deney, insanın toplum içinde konumu ve kimliğinin aslında insan davranışlarını nasıl şekillendirdiği yönünde çok önemli bir deney olarak kabul edilir. Bence de öyledir. 

💡 Peki bu deneyin bizim “Potansiyel Bir Nazi” olmamızla ne ilgisi vardır? 

Şöyle ki: Tarihin doğru tarafında olduğumuzu ya da olacağımızı düşünmek her zaman kolaydır. Örneğin 1960’lar Amerika’sında olsak siyahların hak mücadelesini destekleyeceğimizi, protestolara katılacağımızı, sesimizi çıkaracağımızı söyleriz. Eskilerin bir lafı varmış: “Mübalağadan muradım, manaya halel getirmek değil; belki vuzuhuna hizmet etmektir.” Bundan sebep yazımın başlığı gibi ve şu örneğim de biraz uç gelebilir: Mesela Nazi Almanya’sını düşündüğümüzde de çoğumuz kendimizi Nazi karşıtı olarak konumlandırırız. Peki sorarım, ya Naziler savaşı kazansaydı? O zaman Nazi karşıtlığını hâlâ “ahlaklı bir duruş” olarak değerlendirir miydik? Ya da siyahların hak mücadelesi başarısız olsaydı?

Bu söylediklerimin Mavi/Kahverengi göz deneyiyle ne alakası var hemen açıklayayım, içinde bulunduğumuz topluluk ve toplum kimliğimizi, davranışlarımızı ve düşünme şeklimizi şekillendirir. Bir grubun parçası olma arzusu ve dürtüsüyle grup kimliğini benimseriz hatta o kimliği dönüştürüp başka yerlere getirirz. Mavi/Kahverengi göz deneyinde olduğu gibi üstünlük hissiyle başkalarının haklarının gasp edilmesi pahasına yeni haklar talep edebiliriz.

Lafa gelince kimse mangalda kül bırakmıyor tabi ama siz, mutlaka yukarıdaki soruları kendinize bir sorun, eğer onları sormasanız aşağıdakileri bari sorun!

  • İçinde bulunduğumuz toplum veya topluluk tarafından dışlanma pahasına doğruyu savunmayı en son ne zaman göze aldık?
  • Çalıştığımız kurum/kuruluşlardaki sistematik haksızlıklara, mobbing yapan yöneticilere veya işlemeyen kurallara hiç karşı çıktık mı?

Ya da daha basit:

  • Bir restoranda/kafede garsona kötü davranan bir arkadaşımıza “Bir dakika, bu yaptığın yanlış” diyebildik mi?
  • Zorbalığını övünerek anlatan birine “Bu utanman gereken bir şey” dedik mi?

Bunları yapmadıysak, potansiyel olarak sessiz bir Naziyiz. Dışlanmamak için ses çıkarmamak, hatta zamanla bu davranışların parçası olmak, kanunen olmasa bile ahlaken bizi suç ortağı yapar. Bilesiniz.

Bir Alan Notu Olarak: “Potansiyel Nazizm”

Tadanlar bilir Türkiye’deki en büyük nazizim iş hayatındadır, işlemeyen prosedürler, umursanmayan kanunlar, yönetici mobbingleri, hasır aldı edilen olaylar derken bu liste uzar gider. 

Benim için en unutulmaz olanı evleneceği gün izin alamamış olan asistanlardan biriydi. O kızla binanın bahçesinde karşılaştığım günü hiç unutmuyorum, nikahının yakın olduğunu biliyordum ama tam günü hatırlamıyordum denk gelince senin evlilik ne zaman diye sordum ve bugün cevabını alınca şaşkınlığımı gizleyememiştim. 

Profesyonellikte literatüre girecek insan kaykanları birimimiz iş yerininin çalışanlara kişisel işler için verdiği yıllık ek 45 saatlik izni tam gün olarak kullanamayacağını belirtmiş – bu arada böyle bir uygulama yok defalarca tam gün izin kullandım ve kendi personelime kullandırttım – kendi yöneticisi de olaya müdahil olmayı reddetmiş ve kızcağızı ortada bırakmış nikah günü. Konuyu hemen bir üst yöneticiye iletmesini herhangi bir çekincesi varsa benim üst yöneticiyle konuşabileceğimi söyledim. Velhassıl kız üst yöneticiyle konuşunca kıza izin verdiler. 

Bir başka örnek  aynı insan kaynakları birimi, yıllık izinin planlamış, tatil planlarını yapmış hatta ve hatta otel parasını dahi ödemiş olan bir arkadaşa, yöneticisi benim sana ihtiyacım var sen 10 gün tatil yapma dedikten sonra, yöneticinin inisiyatifinde kaç gün tatil yapmanı isterse o kadar yapabilirsin demişliği var. Yıllık izin en az 10 gün olarak kullanılmak zorunda, bu 4857 sayılı İş Kanunu’nun 53. Maddesi tarafından açıkça belirtilmiştir, yani yöneticinin inisiyatifi falan söz konusu değil. Kendi üç kuruşluk çıkarı için başka insanların haklarının gasp edilmesine göz yummak hatta bu gaspın gerçekleşmesi için süreçleri çarpıtmak Nazilikten başka bir şey değildir.

Bu iki örnek ay aman iş hayatında olan şeyler büyütmemek lazım diyerek geçiştirilebilir ama geçiştirilmemelidir. Sırf yöneticilere iyi gözükmek ya da ters düşmemek için insanların haklarını ihlal eden düzenin parçası olmak tam olarak yukarıda bahsettiğimim konunun pratiğe dökülmüş hali. Dışlanmamak, kara koyun olmamak için kanunu ya da kurum yönetmeliklerini hiçe saymaktır bu, burada sesini çıkartmayan bir insanın birileri toplama kampına gönderililerken sesini çıkartacağını beklemek abesle iştigaldir. Haksızlığa ses çıkartmanın bir alt sınırı yok, buna sustum ama diğerine kesin sesimi çıkartırdım kafasına hadi ordan diyorum ben. Diğerine ses çıkartmanın bedeli kendini idam mangasının önünde bulmakken gıkını bile çıkartmazsın.

Geçmişteki olaylara bakıp, bu olayların sonuçlanış şekillerinden kaynaklı “ay ben olsam sesimi çıkarırdım” ya da “bu mücadeleyi şöyle desteklerdim böyle desteklerdim” deme gafletine düşmeden önce iğneyle çuvaldızları kendimize batırmak üzere önce bir hazırlayalım. Çünkü bırakın önceden olsa yapacaklarınızı bunu şimdi hemen bugün yapın. Tabi bunu yaparken, kara koyun olma pahasına bu sesi çıkarttığınızı da aklınızdan hiç çıkarmayın. Bana da sormayın nereden biliyorsun diye. 

Ahir kelam toplum, küçük ama cesur müdahalelerle değişir. Aksi takdirde küçük sessizlikler, büyük yanlışların zeminini hazırlar. İş yerinde, akademide, mahallede, camide veya herhangi bir toplulukta; otoriteye karşı farklı fikri dile getirmek, alternatif çözüm önerilerini bastırmamak, insanları kendi kalıbımıza zorla sokmamak… Bunlar yalnızca bireysel erdem değil, toplumsal sorumluluklarımızdır. 

Okuyucuya not: Buraya kadar sabredip okuduysaniz  aklınızda bunlarin lineer düşünmenin kacinilmaz darligiyla ne alakasi var arkadaş sorusu oluşmuştur, bu sorunun cevabini buradaki örnekler ile bağlayıp yeniden paylaşacağım. 

Alperen AÇIKOL

Leave a comment