Otoriterlik her zaman darbeyle gelmez; bazen sandıkla gelir, yasayla güçlenir ve hukuk kisvesi altında kurumsallaşır.
Demokrasiyle Gelen Otoriterlik
Tarih kitaplarında otoriter rejimlerden söz edildiğinde akla ilk gelen imge, darbeyle gelen liderler, askeri üniformalar, baskı ve zorbalık olur. Oysa tarih, başka bir gerçeği de sessizce anlatır: Otoriterlik, yalnızca zorla değil, çoğu zaman meşru sandık süreçleri, yasal düzenlemeler ve kamuoyunun rızasıyla da inşa edilir. Nazi Almanyası, bu sessiz inşanın en karanlık örneğidir.
Bu yazı, 1933-1945 arasında Almanya’da yaşananları yalnızca tarihsel olaylar dizisi olarak değil, aynı zamanda otoriterliğin kurumsallaşma biçimleri açısından analiz etmeyi amaçlıyor. Juan Linz’in otoriter rejimler tipolojisinden Carl Schmitt’in “olağanüstü hal” kuramına kadar, bu deneyimi teorik kavramlarla birlikte ele almak, yalnızca geçmişi anlamamıza değil, bugünü sorgulamamıza da katkı sağlayacaktır.
Seçimle Gelen Otoriterlik: Hitler Nasıl Meşrulaştı?
1932 seçimlerinde Nazi Partisi %37,4 oyla Almanya’nın en büyük partisi oldu. Tek başına iktidar olmak için yeterli olmayan bu oran, Paul von Hindenburg’un Hitler’i başbakan atamasıyla siyasi bir krize dönüştü. Hindenburg’un amacı, Nazi Partisi’ni sisteme entegre ederek denetim altında tutmaktı. Ancak bu “kontrollü ortaklık”, kısa sürede Hitler’in iktidarı tekeline almasıyla sonuçlandı.
Juan Linz’in ifadesiyle otoriter rejimler, çoğu zaman tek bir partinin hâkim olduğu, siyasi çoğulculuğun ortadan kaldırıldığı, ancak tam anlamıyla totaliter de olmayan rejimlerdir. Nazi Almanyası da, bu tanıma fazlasıyla uyar. Otoriterliğin en sinsi yanı da budur: Bir gün içinde değil, adım adım gelir. Ve çoğu zaman halkın desteğiyle.
Olağanüstü Halin Normalleşmesi: Schmitt’in Gölgesinde
27 Şubat 1933’te çıkan Reichstag yangını, Nazi rejiminin otoriterliği yasal kılıfa büründürdüğü ilk büyük adım oldu. Yangının ardından çıkarılan Reichstag Yangını Kararnamesi, temel hak ve özgürlükleri askıya aldı. Hitler, bu krizi fırsata çevirerek yürütme gücünü olağanüstü biçimde genişletti.
Bu noktada Alman hukukçu Carl Schmitt’in “Siyasal Olanın Teorisi”ndeki şu önermeyi hatırlamak gerek: “Egemen olan, olağanüstü hâle karar verendir.” Schmitt’e göre kriz anlarında hukuk askıya alınabilir; egemenin yetkisi bu anlarda en saf haliyle ortaya çıkar. Hitler’in liderliği, tam da bu olağanüstü halin kalıcı hale getirilmesiyle kuruldu.
Yargının ve Yasamanın İşlevsizleşmesi
Hitler’in iktidarını pekiştirmesinde yalnızca yürütmenin güçlendirilmesi değil, yasama ve yargının işlevsizleştirilmesi de kritik rol oynadı. Reichstag, Nazi Partisi’nin kararlarını onaylayan bir mühür organına dönüştürüldü. Yargı ise, ideolojik bir aygıt halini aldı. Roland Freisler gibi yargıçlar, Nazi mahkemelerinde muhaliflere göstermelik yargılamalarla idam cezaları verdiler.
Kağıt üzerinde yasalar vardı, mahkemeler çalışıyordu, seçimler yapılıyordu. Ama içerik boşaltılmış, form korunmuştu. Otoriterlik böyle işler: biçimi korur, içeriği dönüştürür.
Bu süreç bize şunu gösterir: Nazi rejimi, başlangıçta otoriter araçlarla iktidarını pekiştirmiş; fakat zamanla ideolojik denetim, kitlesel mobilizasyon ve total sosyal kontrol unsurlarıyla açık bir totaliter rejime dönüşmüştür.
Muhalefetsiz Demokrasi: Partiden Devlete, Devletten İdeolojiye
Nazi Partisi’nin en stratejik hamlelerinden biri de, muhalefeti susturarak demokrasi görünümlü bir tek parti rejimi kurmaktı. Komünist ve Sosyal Demokrat partiler kapatıldı, muhalif basın susturuldu. Sophie ve Hans Scholl kardeşler gibi üniversite öğrencileri, Beyaz Gül hareketi ile Nazi rejimine direndikleri için idam edildi. Papaz Martin Niemöller gibi dini liderler toplama kamplarına gönderildi.
Juan Linz’in otoriter rejimler tipolojisinde vurguladığı bir başka nokta da budur: sivil topluma kapalı, muhalefete tahammülsüz, medya ve üniversiteleri denetim altına almış bir yönetim biçimi, otoriterliğin en kurumsallaşmış halidir.
Dönüşen Hukuk: Kararnamelerle Meşruiyet Üretmek
Hitler rejimi, kararlarını “hukuki” gösteren kanun hükmünde kararnamelerle hareket etti. 1933’te çıkarılan Nürnberg Yasaları, Yahudilerin yurttaşlık haklarını ellerinden aldı. Mülkiyet Düzenlemesi ile mallarına el kondu. Kağıt üzerinde hâlâ “bağımsız yargı” vardı ama kararlar siyasi iradenin onayından geçmeden alınmıyordu. Hitler, yargıya müdahale edenin “vatan haini” olduğunu söylüyordu — ironik biçimde, tüm yargı onun kontrolündeydi.
Bu da bizi güncel bir soruya götürüyor: Yasal görünüme sahip olan her uygulama meşru mudur?
Almanya’nın Ders Çıkarması: Güçler Ayrılığına Dönüş
1945 sonrası Almanya, geçmişin korkunç deneyiminden radikal biçimde ders çıkardı. Güçler ayrılığı ilkesini anayasayla güvence altına aldı. Federal sistem, koalisyon geleneği ve anayasa mahkemesi ile mutlak iktidar olanaksız hale getirildi. Hiçbir liderin tek başına ülkeyi dönüştürmesine imkân yok.
Bugün Almanya’nın en önemli özelliği, iktidarın sürekliliği değil, sınırlandırılmasıdır.
Otoriterliğin Yüzleri Değişir, Yöntemleri Değil
Nazi Almanyası, otoriterliğin sadece baskıyla değil, halkın oyuyla, yasalarla ve hukuk kisvesi altında da inşa edilebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Otoriterlik artık darbe marşlarıyla değil; alkışlarla, seçim sandıklarıyla ve “hukuk devleti” retoriğiyle gelmektedir.
Bugün şu soruyu sormak gerekir: Eğer bir ülkede yürütme her şeyi belirliyorsa, yasama onu onaylıyorsa ve yargı da sessiz kalıyorsa orada seçim olsa da demokrasiden söz edilebilir mi?
İlker YILDIZ
